İktidarın otoriter refleksleri, muhalefetin sorumsuzluğu ve toplumun kaynayan kazanı
Bu memleketin, Osmanlı'dan bugüne uzanan ve hâlâ kapanmamış birçok derin travması var. Ne yazık ki tarihten ders çıkarmayı beceremediğimiz için bu travmalar sürekli tekerrür ediyor. Her yıl, geçmişten bir yara yeniden açılıyor ya da üzerine yeni bir kırılma daha ekleniyor.
İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan eylemler ve boykotlar da bu döngünün son halkası. Özellikle üniversite öğrencilerinin Saraçhane'deki protestoları, sosyal medya üzerinden yayılan TRT ve marka boykotlarıyla birleşince kitlesel bir hareket halini aldı. Bu protestolar, zaman zaman güvenlik güçleriyle çatışmaya dönerken çeşitli kesimlerden farklı tepkiler de beraberinde geldi. Ancak bu kez dijital çağın etkisiyle linç kültürü, geçmiştekinden çok daha çirkin, faşist ve baskıcı bir hale büründü.
Sosyal medyada yayılan “boykot listeleri” ile başlayan cadı avları, cumhurbaşkanına hakaret içeren pankartların tetiklediği öfke dalgasıyla birleşti. İktidar, her eleştiriyi “vatan hainliği” söylemiyle bastırmaya çalışırken; muhalefet ise linç kültürünü ifade özgürlüğü zırhıyla meşrulaştırmaya çalışıyor.
Bu yangının kıvılcımları:
- Marka boykotlarının siyasi çıkar için araçsallaştırılması
- Sosyal medya mahkemeleri ile hukuk devleti çizgisinin silinmesi
- Savcılardan önce haber kanallarının dava kararlarını açıklaması
- Cumhurbaşkanına hakaret suçlamalarının bireysel özgürlüklerle çarpışması
- Muhalefetin İngiltere’den yardım istemesi ve bu tutumun Atatürk ilkeleriyle çatışması
- TRT’nin oyuncuları işten çıkarması ile muhalefetin kendisini desteklemeyen sanatçıların sahnelerini kapatması
Peki nasıl oldu da:
- Bir kahve zincirinden alışveriş yapmak, siyasi duruşun ölçütü oldu?
- Siyasi eleştiri ile nefret söylemi, ifade ile iftira arasındaki sınırlar bu kadar bulanıklaştı?
- Linç kültürü, kolektif öfkenin ve toplumsal mühendisliğin aracı haline geldi?
Türkiye’de son dönemde yaşanan boykot dalgası yalnızca ekonomik değil; kültürel, hukuki ve toplumsal dengeleri de tehdit ediyor. Siyasi kutuplaşmanın topluma yansıma biçimi olan bu süreç, ifade özgürlüğünden susma hakkına, sanatın bağımsızlığından hukuk devletine kadar birçok temel değeri zedeliyor.
AYBÜKE PUSAT VE GÖKHAN ÜNVER: LİNÇ KÜLTÜRÜNÜN İKİ YÜZÜ
Son dönemde sanat dünyasında yaşanan iki olay, siyasi baskının ne kadar geniş kesimlere yayıldığını açıkça ortaya koydu: TRT oyuncusu Aybüke Pusat’ın işten çıkarılması ve komedyen Gökhan Ünver’in sahne yasakları.
Aybüke Pusat: Boykot Afişi, İşten Çıkarma
TRT’nin "Teşkilat" dizisinde rol alan Aybüke Pusat, Instagram hikâyesinde muhalefetin “TRT’yi boykot et” çağrısına dair bir afiş paylaştı. Ardından diziden çıkarıldı. Ancak final bölümündeki eksik sahnelerini tamamlamak için kısa süreliğine sete döndü.
Bu olay, sosyal medyada yapılan refleksif paylaşımların nelere yol açabileceğini gösterdi. Çoğu kullanıcı, paylaştığı içeriğin ne anlama geldiğini tam anlamadan bir şeyleri beğeniyor veya paylaşıyor. Pusat’ın niyeti tam bilinmese de sonuç üzücü oldu.
Asıl tuhaflık ise, Pusat’a destek veren oyuncu sevgilisinin ve “yanındayız” diyen bazı diğer TRT oyuncularının da işten çıkarılmasıyla yaşandı. Oysa birinin partnerine destek vermesi kadar insani bir şey olabilir mi?
TRT’nin tepkisi, kurumsal sadakat açısından anlaşılabilir olsa da, kamuoyuna yapılacak yapıcı bir açıklama bu süreci çok daha sağduyulu bir biçimde yönetebilirdi. Örneğin şu tarz bir açıklama yapılabilirdi:
“TRT bünyesindeki çalışanlarımızın siyasi görüşleri bizi ilgilendirmez. Ancak kurumu doğrudan hedef alan kampanyalara destek verilmesini kurumsal ilkelerimizle bağdaştıramayız. Hepimiz aynı tekneden ekmek yiyoruz...”
Burada dikkat edilmesi gereken ayrıntı şudur: Pusat, dini inancı, kıyafet tercihi veya siyasi görüşü nedeniyle değil; doğrudan çalıştığı kuruma boykot çağrısını desteklediği için çıkarıldı. Paylaştığı içerik, dolaylı yoldan kendi dizisini de hedef alıyordu. Bu, işverenin refleksini haklı ve açıklanabilir kılar.
Oysa aynı paylaşım, İmamoğlu’na destek ya da genel bir eyleme ilişkin olsaydı TRT’nin benzer bir tepki göstereceğini sanmıyorum. Aksi takdirde TRT ne dizi çekebilir ne de oynayacak oyuncu bulabilirdi.
GÖKHAN ÜNVER: SESSİZLİK DE LİNCE UĞRUYOR
Gökhan Ünver, İmamoğlu’nun tutuklanmasına veya boykot sürecine dair hiçbir açıklama yapmayıp sessiz kaldığı için, Avcılar, Küçükçekmece ve Bodrum gibi CHP'li belediyeler tarafından sahne anlaşmaları iptal edildi. Gerekçeleri ise mizah içeriğinin “etkinlik kriterlerine uymaması” olarak açıklandı.
Ancak asıl mesele, bu iptallerin tam da boykot tartışmalarının alevlendiği döneme denk gelmesi ve ne hikmetse daha önce uygun görülen gösterilerin bu süreçte "uygunsuz" bulunmasıydı. Ünver’in avukatları da, siyasi ayrımcılık gerekçesiyle yasal süreci başlatacaklarını duyurdu.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Ünver sosyal medyada linç kampanyalarına maruz kaldı. Sessiz kalması dahi “tarafsızlık değil, ihanet” olarak yorumlandı. Oysa susmak da bir ifadedir, bir tercihtir. Demokrasi yalnızca konuşma hakkını değil; susma özgürlüğünü de kapsar.
Tiyatrocu Emre Kınay, Ünver’in sahnelerinin iptal edildiğini kamuoyuna duyurdu. “İsterseniz bunu da boykot edebilirsiniz” çıkışıyla konuyu gündeme taşıdı.
CHP’li yetkililer ise “belediyelerin sanatsal seçim özgürlüğü vardır” yanıtını verdi. Ancak CHP’nin ifade özgürlüğünü savunduğu bir ortamda, kendi belediyelerinin sanatçılara bu şekilde müdahale etmesi ciddi bir çelişki oluşturuyor. Aynı şekilde, medya özgürlüğünden bahsederken TRT, NTV, CNN Türk, Milliyet, Hürriyet, Star TV ve Show TV gibi kanallara boykot çağrısı yapılması da başka bir çelişki örneği.
Sadece Ünver değil, birkaç sanatçı daha olaylara karşı sessiz kaldığı için linç kültürüyle sessiz kalma özgürlükleri ellerinden alındı. Cem Yılmaz, ağır linçlere daha fazla dayanamayarak 1998 yapımı “Her Şey Güzel Olacak” filminin afişini paylaştı. Yasemin Sakallıoğlu ve Murat Soner de linçten nasibini alan isimlerdendi.
Bu örnekler açıkça gösteriyor ki CHP, dolaylı yollardan sessizliği dahi cezalandırabiliyor. Demokrasi ve ifade özgürlüğü adı altında, ana muhalefet ve taraftarları linç kültürünü meşrulaştırıyor; kendisi gibi düşünmeyenleri ve sessiz kalma hakkını kullanmak isteyenleri baskılıyor. Ben bu durumu faşist bir davranış olarak nitelendiriyorum.
İktidar tarafı ise, CHP’nin yaktığı ateşi verdiği sert tepkilerle daha da körüklüyor ve bu süreçte CHP ile benzer refleksler gösteriyor. İktidar yanlısı kurumlar ve AK Parti taraftarlarının gösterdiği tepkilerin sonuçları da, kritik süreçleri büyütüp farklı yönlere çekebiliyor.
Maalesef sanatın ve sanatçının politik sadakate göre yargılandığı, sahne hakkının siyasete göre dağıtıldığı bir düzene doğru sürükleniyoruz.
BOYKOT: EKONOMİYE ZARAR, TOPLUMA BÖLÜNME
CHP’nin başlattığı boykot çağrılarının birçoğu yerli markaları hedef alıyor. Bu markaların bazıları, tarafsız yayıncılık yaptıkları gerekçesiyle; bazılarıysa muhalefete hatta siyasete mesafeli oldukları için hedefte. Ancak bu durum, ekonomik büyümeyi baltalıyor, esnafı zora sokuyor ve toplumsal huzuru tehdit ediyor.
Elbette, rahatına aşırı düşkün, haz duygusunun baskın olduğu kapitalist bir toplumda bir günlük boykotun bir anlamı olmuyor. Yarın boykot var deyip bir gün öncesinden deliler gibi alışveriş yapıp; ertesi gün bir şey almamaya özen gösterip, boykotun ertesi günü de o günün acısını çıkartırcasına yapılan alışveriş ise ayrı bir trajedi.
Ancak yerli malı haftasını kutlayan bir toplumda, ekonomik bir temele dayanmadan yapılan, siyasi çıkar amaçlı boykotlar yalnızca iç kargaşayı körüklemiyor; ülkemize gelen yatırımların kaçmasına, piyasada dalgalanmalara ve ekonomik büyümenin yavaşlamasına hatta durmasına yol açıyor.
Hele bir de boykotu linç kültürüne, eylemi vandallığa çeviren adımlar atıp açıklamalar yapan muhalefete ek olarak, iktidarın da sürece sert yaklaşımı ortamın iyice gerilmesine neden oluyor.
Bu süreçte tutuklanan öğrencilere ilişkin bir parantez açmak istiyorum: Özgür Özel’in “elinde sopası dahi olmayan öğrencileri tutukladılar” sözü beni rahatsız eden bir durum. Çünkü “polisle çatışalım” dedikten sonra öğrencilerin kaldırım taşlarını söküp polise atması, ellerinde “sopa olmadığı” için yanlarında getirdikleri tornavida, balta, kesici ve sivri cisimleri kullanmaları; barikatı yıkmaya çalışmaları ve yaktıkları renkli fişekleri polise doğru atmaları, polisin üzerine asit dökmeleri ortadayken... Polis tutuklamayıp da ne yapsın Özgür Bey?
Şu sıralar başta Özgür Özel olmak üzere CHP’li vekillerden şu açıklamaları duyuyorum: “Biz bir şey yapmadık, öğrenciler eğitim ve ekonomi konusunda sitemlerini dile getiriyordu, biz sadece destek verdik” diyorlar. Enteresandır, eylemlerde bir tane bile eğitime yönelik pankart yoktu! “İmamoğlu’na özgürlük” sloganları atılıyordu. Ve yine enteresandır, halkı sokağa çağırıp sonra iş çığırından çıkıp kontrolü yitirince suçu öğrencilere attılar.
Hatta Özgür Bey, bir parti liderine yakışmayacak şu cümleyi bile sarf etti: “Niye boykot ettiğimizi bilmiyorduk.” Hoş, öğrenciler de neyi protesto ettiklerini bilmiyorlardı.
NE YAPMALI? SAĞDUYUNUN YOL HARİTASI
1. Sert kutuplaşma yerine müzakere kültürü inşa edilmeli
2025 yılı içinde Özgür Özel’in “Buradan Bozdoğan Kemeri’ne yürüyelim, elinde sopa olan varsa kaldırsın” çağrısı, siyasi tansiyonu yükseltti ve olayları provoke etti. Eylemler vandallığa dönüştü, öğrenciler kendi siyasi çıkarları uğruna kullanıldı ve hayatları mahvoldu.
Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Herkes haddini bilecek, sokaklarda teröre pabuç yok” çıkışı da ortamı yumuşatmak yerine daha fazla kutuplaşma yarattı. Belki daha yapıcı, ılımlı bir konuşma yapsaydı, Özel’in çağrısı havada kalabilirdi ya da etkisi az olabilirdi.
Siyasetçilerin empati ve uzlaşı temelinde iletişim kurması bu yüzden çok önemli. Müzakere kültürünü geliştirmemiz gerekiyor, zira bu, toplumsal barışın sigortasıdır.
Bu köşe yazısını yazarken, kimisi için bir abi, kimisi için bir dede olan Barış Manço’nun, dönemin siyasetçilerini eleştirmek için yazdığı “Ali Yazar Veli Bozar” şarkısı aklıma geldi.
Ne güzel de demiş Barış Manço:
Ali yazar, Veli bozar / Küp suyunu çeker azar azar / Üzülmüşüm neye yarar? / Keskin sirke küpüne zarar.
2. Boykotlar değil, diyalog çağrıları yükselmeli
CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in bazı medya kuruluşlarına ve firmalara yönelik boykot çağrıları kamuoyunda geniş yankı uyandırdı. Bu çağrılar, özellikle yerli markaların hedef alınması nedeniyle eleştirildi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin “Millî değerlere sahip çıkmayan markaların akıbeti bellidir” açıklaması da bu tartışmaları daha da alevlendirdi.
Özel’in yabancı ülkelerden yardım istemesi, “polisle çatışalım” çağrısı, öğrencileri siyasi çıkarları için sokağa çağırması, yerli malı boykot çağrısı, ardından “Biz bir şey yapmadık, sadece destek verdik” sözleriyle geri adım atması, adayın olmadığı bir kurultayda tekrar parti başkanı seçilmesi gibi eylemleri oldukça sorumsuz, ülkeyi geren ve hiç de demokratik olmayan adımlardı.
Bütün bunlara rağmen yapılması gereken şey çok açık: Toplumsal diyalogu önceleyen çağrılarla tansiyonu düşürmek ve kutuplaşmayı azaltmak.
Siyasi liderlerin farklı görüşleri bir araya getiren, uzlaşıyı teşvik eden söylemlerle hareket etmesi toplumun birliğini ve beraberliğini güçlendirecektir.
Açık konuşmak gerekirse, gerek ekonomiyi iyileştirme gerek ulusal birliği sağlamlaştırma gerekse dış politikada sınır güvenliğini artırma açısından en kritik dönemlerden geçerken bir iç kaos bekliyordum. Yazımın başında da dediğim gibi: “Tarihimizi bilmediğimizden ve ders çıkarmadığımızdan tarih bizim için hep tekerrür eder.” Ben en çok belediyelere kayyum atanması ihtimalinden korkuyordum. “Ya iç kaos yaratırsa?” derken, İmamoğlu ve İBB olayı patlak verdi.
3. Siyasetçiler ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletmeli
İBB Genel Sekreteri Buğra Gökce’nin 22 Şubat 2025 tarihinde yaptığı yolsuzluk ihbarının ardından, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı İBB’ye yönelik çok yönlü bir soruşturma başlattı. CHP’li bazı yetkililerin savcılığa sunduğu belgelerle süreç derinleşti ve İmamoğlu hakkında çeşitli davalar açıldı.
Bu süreçte CHP Muş Gençlik Kolları Başkanı Erkan Çakır’ın, 5 Kasım 2023’teki CHP kurultayında para karşılığı delege satın alındığı yönündeki iddiaları da gündeme geldi. Çakır, 28 Mart 2024’te TGRT’de katıldığı programda bazı delegelerin itirafçı olacağını iddia etti. Bu, CHP içinde yeni bir tartışma başlattı; ancak mevcut bilgiler ışığında, İBB’deki soruşturmalarla doğrudan bir bağ kurulmuş değil.
Evet, CHP kendi içinde bazı isimleri yargıya taşıdı ama AK Parti de bu belgeleri fırsat bilerek yeni davalar açtı.
İktidarın bu süreçteki tutumu ve ardından gelen tutuklama kararları ifade özgürlüğünün sınırları konusunda ciddi tartışmalara neden oldu. Aynı şekilde, CHP’nin Gökhan Ünver örneğinde olduğu gibi sessiz kalan sanatçıları dışlaması da bu özgürlüğe zarar veren bir başka örnektir.
Müsavat Dervişoğlu’nun “Herkesin düşüncesi başımızın tacıdır” yaklaşımını sergileyin demeyeceğim. Çünkü düşünceler, saygı duyulacak değil; değerlendirilecek, tartışılacak şeylerdir. Ancak bu, farklı düşünenlere karşı sert, dışlayıcı ve ötekileştirici bir dil kullanılmasını meşru kılmaz.
Elbette bir kişiye yönelik ağır iddialar, hakaretler dava konusu yapılabilir. Bu herkesin hakkıdır. Ancak eğer siz bu ülkenin Cumhurbaşkanlığı gibi en üst makamındaysanız — aileye yönelik çirkin söylemler hariç — her eleştiri ve çıkışı dava konusu haline getirmek, ister istemez “demokratik baskı” algısına neden olur. Ve öyle de oldu.
Bu durum, muhalefet açısından çok güçlü bir algı yönetimi fırsatına dönüşmüş durumda. Umarım Cumhurbaşkanı Erdoğan bu gidişatın farkına varır ve bu algıyı daha fazla beslemez.
4. Halk ve sanatçılar siyasal sadakat testine tabi tutulmamalı
Son dönemde ortaya çıkan bir skandal, oyuncuların "Oyuncu Sendikası" adlı WhatsApp grubunda eylemlere katılım için organize edildiğini, hatta boykota uymayanların "fişlenme ve dışlanma" tehdidiyle karşılaştığını gösterdi.
Baskı Zinciri: Cem Yiğit Üzümoğlu ve Direnç Aksoy gibi isimlerin, 170 kişilik grupta sanatçıları "ya boykota katılın ya da projelerinizden olun" şeklinde manipüle ettiği iddiası, sanat dünyasının nasıl bir psikolojik şiddet alanına dönüştüğünü kanıtlıyor.
Adliye Boyutu: Soruşturma sonucu 11 şüpheli adli kontrolle serbest bırakılsa da, bu olay, sanatçıların özgür iradelerinin nasıl gasp edildiğinin resmi belgesi niteliğinde.
Sanatçılar, ne iktidarın "milli duruş" dayatmasına ne de muhalefetin "ya bizdensin ya düşmansın" şantajına maruz bırakılmalı.
Sanat, siyasi sadakatin değil, yaratıcılığın alanıdır. Bir oyuncunun Instagram paylaşımı veya bir komedyenin sessiz kalması, mesleki kariyerinin kıstası olamaz.
Unutmayalım:
Sanatçılara yapılan siyasi baskılar demokrasinin değil, faşizan zihniyetin tezahürüdür. WhatsApp gruplarıyla örgütlenen linç kampanyaları ise bu zihniyetin gölge ordularıdır.
Burada bir diğer başlığa geçmeden bir parantez daha açmak istiyorum: Elbette belli bir çerçevede ve ifade üslubuna dikkat edilerek her görüşe alan açılmalı. Ancak sanatçılar da toplum karşısında olduklarını unutmadan, attıkları her adımı ve söyledikleri her sözü sıradan bir bireyden çok daha fazla düşünmek zorundadırlar. Bu, ünlü olmanın, sahnede olmanın getirdiği etik bir sorumluluktur.
5. Cumhurbaşkanına yapılan hakarete gelince…
Hakaret hoş bir şey değil. Keşke hiç kimse birbirine hakaret etmese. Ancak hakaretin de bir sınırı vardır ve o sınır aşılmamalıdır. Aynı şekilde, her eleştiri de dava konusu edilmemelidir.
Özgür Özel’in seçilmiş ilk ve tek cumhurbaşkanı olan Erdoğan’a yönelik “cunta başkanı” ifadesi sonrası Erdoğan’ın dava açması anlaşılabilir. Bu, hukuki bir haktır. Ancak böylesi her çıkışa dava açılması, eleştiriyi bastırmak yerine hukuk yoluyla sindirme çabası gibi algılanabiliyor.
“Cunta” kelimesi, Erdoğan gibi çalışkan bir lider için elbette ağır bir itham. Ancak eğer Erdoğan bugüne dek birçok eleştiride dava yoluna başvurmamış olsaydı, bu davaya kamuoyunun yaklaşımı çok daha farklı olurdu.
Ne yazık ki ülkenin geçmişinden gelen iyileşmemiş travmalar, çok sayıda dava sürecinin de halk nezdinde olumsuz bir algıya dönüşmesine yol açtı.
Her siyasi figür ağır eleştiriye tahammül göstermelidir. Erdoğan’ın açtığı davalar kadar, CHP’nin organize ettiği sosyal medya linçlerini görmezden gelmemesi de gerekir.
*
Toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, hukuk zemininde ama sertleşmeyen bir siyaset anlayışı bu süreci yumuşatmanın tek yoludur.
Bu imkânsız değil. Ancak siyasi partiler bunu istemiyor. Çünkü kaosun, kutuplaşmanın ve sürekli travmaların yaşandığı bir toplum, her zaman daha kolay yönetilir.
*
Boykot, bir hak olabilir; ama bilinçsizce, hedef göstermeye dayalı, kutuplaştırıcı bir boykot, toplumu iyileştirmez, aksine daha da hastalandırır. Türkiye’nin ihtiyacı düşman yaratmak değil; çözüm üretmektir.
Boykotun ötesine geçip daha sorumlu davranmayı, anlaşmayı, ortak değerlerde buluşmayı denemeliyiz.
Tüm siyasi partiler bu ülkenin travmalarını iyileştirme iradesi göstermeli. Bu noktada da özellikle iktidar partisi öncü olmalı ve toplumu sağduyuya teşvik etmelidir.
ÇIĞLIK BÜYÜMEDEN
Yaşadıklarımız bir boykotun ötesinde, derin bir toplumsal yorgunluğun ve siyasal körleşmenin sonucu. Herkesin birbirine bağırdığı ama kimsenin kimseyi duymadığı bir iklimdeyiz.
Kurtuluş; daha çok kutuplaşmakta değil, ortak bir dil ve sağduyuda buluşmakta. Çünkü bu ülkenin en çok ihtiyacı olan şey bağıranlar değil, anlayanlar.
Ve bunu yapacak olan ne iktidar tek başına, ne de muhalefet… Bu sessiz çığlığı duymak ve değiştirmek; hepimizin görevi.