Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, 2025 Temmuz ayı sonunda yaptığı açıklama ile ülkesinin Eylül ayında Filistin Devleti’ni resmen tanıyacağını duyurması, sadece Paris’i değil, tüm uluslararası sistemi sarsan bir gelişmeye dönüştü. G7 Zirvesi sonrası gelen bu adım, dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin –ve BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden birinin– ilk kez böylesine açık bir şekilde Filistin’in devlet statüsünü tanıması anlamına geliyordu. Fransa, böylece G7 içinde bu adımı atan ilk büyük Batılı ülke olurken, Çin ve Rusya’nın ardından BM’de Filistin’i tanıyan üçüncü daimi üye konumuna yükseldi.
Bu açıklama sadece bir diplomatik jest değil; zamanlaması, içeriği ve taşıdığı stratejik mesajlarla çok katmanlı bir kırılmaya işaret ediyordu. ABD'nin pasifliğinin gölgesinde atılan bu adım, Avrupa'da Fransa’nın diplomatik liderlik rolünü yeniden canlandırmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in sert eleştirilerini, ABD’nin öfkesini ve Ortadoğu’da yeni bir jeopolitik dengeyi beraberinde getirdi.
**
ZAMANLAMA TESADÜF DEĞİL: G7 SONRASI OLUŞAN DİPLOMATİK BOŞLUK
Macron’un duyurusu, diplomatik anlamda öylesine bir zamanda geldi ki, bu adımın sadece bir niyet beyanı değil, aynı zamanda bir boşluğu doldurma stratejisi olduğu açıktı. Haziran ayında yapılması planlanan Suudi Arabistan-Fransa ortak barış zirvesi, İsrail-İran geriliminin gölgesinde iptal edilmişti. Bu iptal, Batı’nın Ortadoğu diplomasisinde oluşan boşluğu daha da derinleştirdi. Macron’un G7 sonrası attığı bu adım, işte tam da bu boşluğu doldurmaya yönelik proaktif bir hamle olarak sahneye çıktı.
Fransa böylece, ABD’nin İsrail'e sınırsız destek sunduğu ve Avrupa’nın büyük ölçüde sessiz kaldığı bir tabloda, insani değerler üzerinden tanımlanmış yeni bir liderlik vizyonu sundu. BM Genel Kurulu’na taşınması planlanan bu tanıma kararı, diplomatik bir nişan gibi değil, etik ve stratejik bir çağrı olarak okunmalı.
Ancak bu zamanlama, yalnızca cesur bir vizyon değil; aynı zamanda riskli bir girişim. Çünkü Filistin meselesiyle ilgili her diplomatik hamle, sadece uluslararası arenada değil, Fransa’nın kendi iç siyasetinde de fay hatlarını tetikleyebiliyor. Macron’un bu riski göze alarak böyle bir zamanlamayı seçmiş olması, kararın arkasındaki kararlılığı gösteriyor.
**
ABD VE İSRAİL TEPKİSİ: YALNIZLAŞAN İKİLİ, SERTLEŞEN SÖYLEM
Fransa’nın Filistin devletini tanıma kararı, Washington ve Tel Aviv’de ani bir öfke ve endişe dalgası yarattı. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, bu kararı “şiddetle reddettiklerini” açıklayarak, Macron’un adımını Hamas propagandasına hizmet eden bir hareket olarak tanımladı. “Bu karar, 7 Ekim’de hayatını kaybedenlerin yüzüne atılmış bir tokattır” ifadeleriyle tepkinin dozunu yükseltti. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada ise Fransa’nın tutumu “sorumsuz ve zamansız” olarak değerlendirildi.
İsrail cephesinde ise tepkiler çok daha sertti. Başbakan Benjamin Netanyahu, tanıma kararını “teröre ödül” olarak niteledi ve Fransa’yı İsrail’in varlığına doğrudan tehdit oluşturmakla suçladı. Dışişleri Bakanı Gideon Saar ise diplomatik nezaket sınırlarını zorlayarak doğrudan Emmanuel Macron’u hedef aldı. “Paris sokaklarında güvenliği sağlayabilir misiniz, emin değilim” sözleriyle, Fransa'nın iç güvenliğine dair açıkça tehdit içeren bir dil kullandı.
Öte yandan, İsrail’in yalnızca Fransa’ya değil, Kanada’ya da benzer uyarılar gönderdiği görüldü. Kanada Başbakanı Mark Carney’in Gazze’deki insani kriz hakkında yaptığı eleştirilerin ardından, İsrail hükümeti Kanada vatandaşlarına seyahat uyarısı yayınladı. Kanada’da yaşayan Yahudilere yönelik saldırı riski olduğunu öne süren bu açıklama, aslında eleştiren her ülkeye karşı psikolojik baskı politikası izlendiğini gösterdi.
İsrail’in sert çıkışları ve ABD’nin koşulsuz desteği, bu iki ülkeyi Batı bloğu içinde daha önce hiç olmadığı kadar yalnızlaştırdı. Çin ve Rusya’nın çok önceden tanıdığı Filistin devletine Fransa’nın eklenmesiyle birlikte, ABD-İsrail ikilisi, BM düzeyinde küresel kamuoyunun karşısında azalan bir ittifakı temsil eder hâle geldi.
**
FRANSA’NIN STRATEJİK HEDEFİ: DİPLOMATİK LİDERLİK VE İNİSİYATİF ARAYIŞI
Emmanuel Macron’un kararı sadece bir vicdan çağrısı ya da insani hassasiyetin dışavurumu değil; aynı zamanda yeni bir diplomatik liderlik iddiasının ilanıydı. G7 ülkeleri arasında ilk defa bir devletin Filistin’i tanıması, Fransa’yı yalnızca ahlaki değil, jeopolitik bir öncü konumuna da taşıdı. Çin ve Rusya’nın ardından Fransa’nın da Filistin devletini tanıması, BM Güvenlik Konseyi’nin üç daimi üyesini aynı safta buluşturdu. Bu, uluslararası denklemlerde Fransa’nın pozisyonunu büyüten bir gelişmeydi.
Fransa'nın hedefi, yalnızca sembolik bir destek sunmak değil; domino etkisi yaratmak. İngiltere ve Almanya gibi ülkelerin hâlâ “iki devletli çözüm” ifadesini diplomatik ezber olarak tekrar ettiği bir ortamda, Macron somut bir adımla bu ezberi bozdu. Fransa böylece Batı Avrupa'da Filistin'i tanıma sürecini başlatan katalizör ülke rolüne soyundu.
Ayrıca Macron’un açıklamalarında dikkat çeken bir vurgu vardı: Filistin devletinin kurulabilmesi için Hamas’ın silahsızlandırılması ve İsrail’in tanınması gerektiği şartı. Bu ifade, Fransa’nın adımını “tek taraflı Filistin yanlısı” bir politika değil, Batılı güvenlik kaygılarını da içine alan dengeli bir vizyon olarak kurdu.
Macron’un bu hamlesiyle amaçladığı şey sadece Doğu Akdeniz’de barışa katkı değil; aynı zamanda Avrupa’nın dış politika pusulasını yeniden belirlemek. ABD'nin geri çekildiği, Almanya'nın ekonomik kaygılarla sınırlı kaldığı bir tabloda, Fransa elini masaya sert koyarak “artık ben konuşuyorum” dedi.
**
FRANSA İÇ SİYASETİNDE SARSINTI: TOPLUMSAL DENGE VE KUTUPLAŞMA RİSKİ
Fransa'nın dış politikada aldığı bu cesur pozisyonun, iç siyasette yankısız kalması mümkün değil. Çünkü Fransa, Avrupa’da hem en büyük Yahudi topluluğuna hem de en büyük Müslüman nüfusa ev sahipliği yapan ülke. Dolayısıyla İsrail-Filistin çatışmasında atılan her adım, doğrudan sosyal dokuyu etkileyen bir kırılma yaratma potansiyeli taşıyor.
Macron’un Filistin’i tanıma kararı, ülkedeki Müslüman kesimden büyük destek görürken, Yahudi topluluklarında ciddi bir rahatsızlık yarattı. Radikal sağ partiler, bu kararı “ulusal güvenliği tehlikeye atacak bir adım” olarak tanımlarken, sol partiler ise bu çıkışı gecikmiş ama doğru bir adım olarak sahiplenmeye başladı.
Bu iç siyasi gerilim yalnızca ideolojik düzeyde değil, sokakta da kendini gösterebilir. Macron’un İsrail’den gelen dolaylı tehditlerle birlikte Paris sokaklarında güvenlik riskleri yaşayabileceğine dair söylemler, Fransız istihbarat birimlerini alarm durumuna geçirmiş durumda.
Sosyal medyada ise kutuplaşma bariz. Bir yanda “Vive la Palestine!” etiketiyle sokağa çıkanlar, diğer yanda Fransa hükümetine antisemitizm suçlaması yönelten protestolar. Bu ortamda Macron’un attığı adım, ülke içi dengeleri hassaslaştıran ama aynı zamanda siyasal cesaret gerektiren bir girişim olarak dikkat çekiyor.
Özetle, Macron iç siyasette siyasi bedeli olabilecek bir tercihte bulundu. Ancak bu bedel, eğer sonuç alınırsa, uzun vadede Fransa’yı hem bölgede hem de Avrupa sahnesinde ahlaki öncülüğün merkezi yapabilir.
**
BAĞIMSIZ FİLİSTİN DEVLETİ: PROJE Mİ, SEMBOL MÜ?
Fransa’nın tanıma kararı kulağa her ne kadar bir “zafer” gibi gelse de, bu kararın hayata geçip geçmeyeceği hâlâ büyük bir soru işareti. Çünkü ortada gerçek anlamda egemen, sınırları belirli, kurumları inşa edilmiş bir Filistin devleti bulunmuyor. Filistin meselesi, bir devlet kurma girişiminden çok uzun süredir bir proje olarak yönetiliyor — hem İsrail’in askeri ve hukuki sınırlandırmalarıyla hem de uluslararası sistemin ikircikli tavrıyla.
Macid Kayali'nin ifadesiyle, bugün yürütülen Filistin politikası, 1967 öncesindeki "kurtuluş mücadelesi" ideolojisinden çok uzak; artık daha çok demografi kontrolü, toprak mühendisliği ve güç dengesi arayışı üzerinden yürütülüyor. Örneğin Refah'ta planlanan “İnsani Şehir” projesi, Gazzelileri belirli alanlara hapsederek dışarıyla bağlantısını koparmayı, böylece sürgünü içselleştiren bir sistem kurmayı hedefliyor.
İsrail ise yalnızca Gazze’de değil, Batı Şeria’da da alan genişletme, yolları kontrol etme ve yerleşimci nüfusu artırma politikasıyla fiili olarak Filistin'in nefes borularını kesmiş durumda. Bu ortamda tanınan bir Filistin devleti, bir coğrafyaya değil, daha çok bir niyete işaret ediyor. Ve belki de Fransa’nın bu adımı, ilk kez bu niyeti gerçek bir zemine oturtmak için atılan adım olma iddiasını taşıyor.
Ancak şunu sormadan edemeyiz: Bu tanıma, sahada karşılığı olmayan bir diplomatik jest olarak mı kalacak, yoksa Filistin’i sembolden somut bir siyasi aktöre dönüştürecek zincirin ilk halkası mı olacak?
**
NETANYAHU’NUN SURİYE PLANI: SINIR ÖTESİ KONTROL VE GÜÇ GÖSTERİSİ
Fransa’nın diplomatik atılımına karşılık, İsrail sahada askerî ağırlığını artırarak cevap veriyor. Başbakan Benjamin Netanyahu, sadece Gazze’de değil, Suriye’nin güneyinde de adım adım yeni bir planı devreye sokmuş durumda. Temmuz 2025 itibarıyla kamuoyuna duyurulan bu stratejiye göre, İsrail, Golan Tepeleri çevresinde oluşturduğu tampon bölgeyi “belirsiz süreyle” işgal etme kararı aldı.
Bu karar, yalnızca Suriye topraklarına dönük bir güvenlik refleksi değil; aynı zamanda İsrail’in çevresini stratejik olarak şekillendirme çabasının somut bir yansıması. Netanyahu, Dürzi topluluklarının Esad rejimi tarafından hedef alındığını öne sürerek, bölgeye yapılan hava operasyonlarını "koruma" amacıyla meşrulaştırmaya çalışıyor. Ancak esas gerçek şu: İsrail, Suriye’nin güney sınırını tam anlamıyla demilitarize etmek ve kendi etki alanına almak istiyor.
Bu adım, Ortadoğu’daki dengeleri altüst edecek nitelikte. Çünkü yalnızca Filistin’e değil, Suriye’nin geleceğine dair de bir mülkiyet iddiası barındırıyor. Netanyahu'nun bu çıkışı, aynı zamanda ABD ile de örtük bir gerilime neden oluyor. Beyaz Saray’daki bazı danışmanlar, Netanyahu’nun bu sert ve bağımsız hamlelerini “akıl dışı” olarak tanımlıyor; “madman” (çılgın adam) politikası üzerinden İsrail’in kontrolsüz bir güç hâline geldiğini öne sürüyor.
İsrail böylece sadece diplomasiye değil, sahaya da hükmetmeye çalışan bir aktöre dönüşüyor. Ve bu dönüşüm, Fransa gibi ülkelerin attığı barış temelli adımların karşısına bir güvenlik kartı olarak konumlanıyor.
**
CESARET Mİ, HESAPLI DİPLOMASİ Mİ?
Fransa’nın Filistin’i tanıma kararı, diplomatik tarih açısından bir dönüm noktasıdır. Ancak bu kararın ardında yalnızca insani bir refleks değil, çok daha derin ve stratejik bir okumaya dayanan bir vizyon vardır. Emmanuel Macron, bir yandan Batı’nın güvenlik kaygılarını yatıştıracak şekilde Hamas’ın silahsızlandırılmasından, İsrail’in tanınmasından söz ederken; diğer yandan İsrail’in sınırsız genişleme siyasetini dengelemeye çalışan bir “orta yol diplomasisi” inşa etmeye çalışıyor.
Bu noktada şu soru kaçınılmazdır: Bu hamle gerçekten ahlaki cesaretin bir ürünü müdür, yoksa hesaplı bir jeopolitik manevra mıdır?
Belki de ikisi birden.
Çünkü hem Batı’nın sessizliğini bozan bir çığlık niteliği taşımaktadır, hem de Fransa’nın AB içinde liderlik pozisyonunu yeniden şekillendirme çabasıdır. Bu tanıma kararı, sembolik olmaktan çıkıp diğer ülkelere de cesaret verirse, Filistin yalnızca bir söylem değil, gerçek bir diplomatik aktöre dönüşebilir.
Ancak İsrail’in sert tepkileri, ABD’nin koşulsuz desteği ve sahada yürütülen işgal stratejileri, bu sürecin kolay olmayacağını gösteriyor. Fransa bu adımıyla, yalnızca bir devletin tanınmasını değil; Ortadoğu’da güç, vicdan ve gelecek arasında yeni bir denge arayışını da başlatmış olabilir.
Macron’un başlattığı bu yolculuk, sadece Filistin için değil; Avrupa'nın, Batı'nın ve belki de dünyanın kendini yeniden tanımlama çabasıdır.
Ve bu çaba, zamanla tarihin hangi satırına yazılacak, onu hep birlikte göreceğiz.