Siyasi kutuplaşma, çoğu zaman akademik raporların ve siyaset bilimi tartışmalarının konusu olarak görülür.
Oysa bu kavram, sadece seçim dönemlerinde değil, hayatımızın neredeyse her anına sızmış durumda.
Farklı görüşler arasındaki mesafenin derinleşmesi, artık yalnızca sandıkta değil; iş yerinde, aile sohbetlerinde, hatta komşuluk ilişkilerinde bile hissediliyor.
**
Son günlerde yaşanan bazı gelişmeler, toplumda hemen tanıdık bir refleksi tetikledi: Olayların içeriğine bakmadan, kimin söylediğine veya hangi taraftan geldiğine göre pozisyon almak.
Bir tarafın inandığı bilgi, diğer tarafın gözünde manipülasyon olarak görülüyor.
Sosyal medyada paylaşılan yorumlar, çoğu zaman olayın detaylarını açıklamaktan çok, karşı tarafı hedef alıyor. Böylece gerçek, tartışmanın merkezinden yavaşça uzaklaşıyor.
**
Oysa sağlıklı bir demokrasinin en temel unsurlarından biri, ortak bir gerçeklik zemininde buluşabilmek.
Bu zemin kaybolduğunda, aynı olayı gören iki kişi bambaşka hikâyeler anlatmaya başlıyor.
Bir taraf için skandal olan bir gelişme, diğer taraf için haklı bir mücadele oluyor. Böyle bir ortamda, toplumsal sorunların çözümü neredeyse imkânsız hâle geliyor.
**
Kutuplaşma, yalnızca siyasetin diliyle değil, bizim günlük tercihlerimizle de besleniyor.
Arkadaş sohbetlerinde, haber seçimlerimizde, sosyal medyada takip ettiğimiz hesaplarda…
Hep kendi düşüncemize yakın olanı dinlemeyi tercih ettiğimizde, farkında olmadan kendimizi bir yankı odasına hapsediyoruz.
**
Bu kısır döngüyü kırmanın yolu, “farklı olanı” duymak ve anlamaya çalışmaktan geçiyor.
Eleştirel düşünce, bağımsız medya ve şeffaf bilgi, bu sürecin temel taşları.
Farklı görüşlere saygı göstermek, onları benimsemek zorunda olduğumuz anlamına gelmez; ama anlamadan yargılamak, bizi ortak gerçeklikten daha da uzaklaştırır.
Belki de en önemli soru şu: Bir olayın doğru ya da yanlış olduğuna karar verirken, gerçekten kendi aklımızla mı düşünüyoruz, yoksa bize yakın bulduğumuz birinin yorumu mu kararımızı şekillendiriyor?