Dünyanın gözü Ukrayna-Rusya savaşı ve Gazze katliamında iken arka planda görünmez bir savaş daha var: ekonomik diplomasi savaşı.
Gümrük tarifelerinin, nadir toprak elementlerinin ve yapay zekânın bile stratejik silaha dönüştüğü bu denklemde, Çin artık yalnızca “dünyanın fabrikası” değil — kuralları kendi kültür ve geleneğine göre yeniden yazmak isteyen bir güç.
CNN TÜRK’te Büşra Arslantaş’ın sorularını yanıtlayan Çin’in Ankara Büyükelçisi Ciang Şüebin’in röportajı, tam da bu dönüşümün satır aralarına ışık tuttu. Üslup yumuşak, mesaj keskin; kelimeler ölçülü ama yönü netti:
“Ticaret savaşı hiçbirimize fayda getirmez.”
“ABD yanlış adımlar atıyor.”
“Türkiye ile ilişkilerimiz, Şi ve Erdoğan liderliğinde gelişiyor.”
Bu cümleler gösteriyor ki , Çin'in üslubunda ve taktiklerinde gözle görülür bir değişime gitmiş. Özellikle 1970’li yıllardan itibaren savunmada,ticarette, teknolojide ABD ve diğer batı ülkeleri geçmek isteyen ama bunu her zaman inkar eden Çin bu sefer yine inkar etti ama cümlenin devamında da dünya ticaret sisteminde yeni kurucu aktör olma niyetini ifade etti.
Çünkü Çin, “ticaret savaşı istemiyoruz” derken bile, nadir toprak elementleri gibi stratejik kaynakları kontrol altına alıyor. ABD’ye yanıt verirken “yasak değil, kontrol” vurgusu yapıyor — yani silahı çekmiyor ama tetiği elinde tutuyor.
Aslında bu durum büyük bir dünya gücüne dönüşmeye çok yakın olan Çin’in , David Shambough’un ifadesiyle; çekimser,çelişkili davranışları , “bunu istiyorum ama ona ben karışmayım” yaklaşımı ve kendi içlerinde yaşadıkları kafa karışıklıları “kısmi güç” olarak kalmasına neden oluyor.
Ama her şey bir gün değişir.
***
TiCARET SAVAŞININ SESSİZ CEPHESİ: TÜRKİYE
Bu denklemde Türkiye nerede?
Röportajda büyükelçi, ikili ilişkileri tek kelimeyle “promising”, yani “geleceği parlak” olarak tanımlıyor. Fakat bu “parlaklık” iki taraf için aynı anlamı maalesef taşımıyor. Çünkü veriler ortada:
- Çin, Türkiye’nin Asya’daki en büyük, dünyadaki üçüncü büyük ticaret ortağı.
- Ama ticaret açığı Türkiye aleyhine hızla büyüyor.
- Çin’den gelen her 10 dolarlık ürüne karşı, Türkiye yalnızca 1 dolar ihracat yapabiliyor.
Bu tablo, “karşılıklı kazanç” retoriğini gölgeleyen bir gerçeklik yaratıyor.
Çin, Türk ürünlerinin ithalatı için bazı adımlar atıyor — deniz ürünleri anlaşmaları, ithalat fuarlarına davetler — ama bunlar yapısal farkı kapatmaya yetmiyor.
Yani ekonomik pazar ortaklığı, hâlâ “eşit ortaklık” düzeyine ulaşabilmiş değil.
Yine de Türkiye, Kuşak ve Yol Girişimi’nin Orta Koridor planında özel bir konumda. Çin, Türkiye’yi Avrupa’ya açılan lojistik köprü olarak görüyor; Türkiye ise bu koridorda kendini yeniden tanımlamak istiyor. Fakat bu ortaklığın en zayıf noktası hâlâ şeffaflık eksikliği. Kuşak-Yol anlaşmalarının finansal yapısı, yerli üretim payı ve teknoloji transferi hâlâ muğlak.
Çin’in kendisi ise yazımın girişinde belirttiğim sebeplerden ötürü oldukça şüpheli.
***
JEOPOLİTİK DENGE: SAVAŞIN ORTASINDA SESSİZ İTTİFAK
Büyükelçinin Filistin, Ukrayna ve Suriye çıkışları ise dikkat çekiciydi.
“Filistin’in Filistinliler tarafından yönetilmesi” vurgusu, Türkiye’nin diplomatik söylemiyle neredeyse birebir örtüşüyor.
Aynı şekilde Ukrayna’da “müzakereyle çözüm” yaklaşımı da Ankara’nın çizgisiyle paralel.
ANCAK Çin, bu ortak dili yalnızca barış diplomasisi için değil, ABD’nin nüfuz alanlarını dengeleme stratejisinin parçası olarak da kullanıyor.
Bu açıdan bakıldığında, Devlet Bahçeli’nin “Türkiye-Rusya-Çin ittifakı” önerisi teorik olarak anlamlı görünebilir ama pratikte mümkün değil.
Çünkü Türkiye, hâlâ NATO üyesi bir ülke ve Batı pazarlarına ekonomik olarak entegre durumda.
Yani bu öneri, bir jeopolitik hayalden çok, Batı’ya “denge kartı” gösterisi.
***
UYGUR DOSYASI: DİPLOMATİK SESSİZLİK, VİCDANİ YANKI
Büyükelçi Şüebin’in en sert sorulardan biri kuşkusuz Uygur Türkleri üzerineydi.
Yanıt, Çin’in klasik söylemiydi: “Haklar güvence altında, herkes mutlu.” /(Gerçeklerin ise tam tersi olduğunu biliyoruz)
Eğitim, sağlık, kalkınma gibi örneklerle tablo çizildi. Ancak, tam da bu tür ifadeler, uluslararası kamuoyunun tepkisini çekiyor.
Türkiye bu konuda ince bir ip üzerinde yürüyor.
Bir yanda ekonomik ortaklık ve stratejik denge;
diğer yanda tarihsel ve kültürel sorumluluk.
Ankara, “ilişkileri geliştirirken temel hak ve özgürlükleri önemsiyoruz” diyor, ama bu ifade giderek daha sessiz bir diplomasiye dönüşüyor.
Gerçek şu:
Ekonomik menfaatler ile vicdani sorumluluk arasındaki çizgi, her geçen gün biraz daha bulanıklaşıyor.
Ve Türkiye, tam da bu bulanıklığın merkezinde yer alıyor.
***
BİZ NEREDEYİZ BU DENKLEMDE?
Röportajın satır aralarında net bir tablo var:
Çin, yalnızca ekonomik bir ortak değil; aynı zamanda yeni bir küresel düzen inşasının aktörü.
ABD ile restleşirken, aynı zamanda hem ABD ile bağını koparmıyor hem de Türkiye gibi ülkeleri “denge unsuru” olarak konumlandırıyor.
Ama mesele sadece büyük güçlerin oyunu değil.
Bizim, yani Türkiye’nin nasıl bir diplomasi dili geliştireceğimiz…
Bizim, bir çok alanda üretimi nasıl hızlandırıp kendi kendimize yetebileceğimiz…
“Her kapıyla konuşan” ama “hiçbir masada ağırlık kuramayan” bir ülke olmaktan mı çıkacağız,
yoksa kendi değerlerini koruyarak çok kutuplu dünyanın merkezlerinden biri mi olacağız?
Çünkü artık mesele sadece ticaret açığı ya da yatırım değil.
Mesele şu soruda düğümleniyor:
“Kendi çıkarlarımızı savunurken, kimliğimizi ne kadar koruyabiliyoruz?”