Bir süredir farkında olmadan koşturuyoruz. Şehirler hızlandı, işler hızlandı, ilişkiler bile hızlandı. Çoğumuz sabah işe yetişme telaşıyla güne başlayıp geceye kadar zamanla yarışıyoruz. Hızlı olmak, üretken olmakla özdeşleştirildi. Ama belki de en büyük verimsizlik, bu bitmeyen hızda saklı.
Artık “yavaşlamak” sadece fiziksel bir eylem değil; aynı zamanda bir direniş biçimi. Tüketim kültürünün, ekran bağımlılığının, sosyal medyada görünür olma baskısının ve “her şeye yetişme” takıntısının karşısında durmanın adı.
Düşünün, bir çocuğun gözlerine dikkatlice bakmak… Yemek yerken sadece yemeğe odaklanmak… Sokakta yürürken başınızı kaldırıp gökyüzünü izlemek… Bunların hepsi, artık lüks gibi görülüyor. Oysa hayat tam olarak bu anlarda saklı.
Yavaş yaşamak, üretmeyi ve gelişmeyi reddetmek değil; neyi neden yaptığımızı sorgulamak demek. Sürdürülebilir bir dünya için bile yavaşlamak zorundayız. Tarımda, üretimde, tüketimde… Hızlı büyüyen sistemlerin ne kadar kırılgan olduğunu pandemi sürecinde hep birlikte gördük.
Yavaşlık, sadece bireysel huzur değil; toplumsal iyileşme için de bir anahtar. Daha az tüketen, daha çok düşünen, daha dikkatli yaşayan bireyler; daha dayanıklı toplumlar yaratır.
Bu yüzden “yavaşlık” bir tercih değil, artık bir zorunluluk. Her gün her şeye yetişmeye çalışmak yerine, bazen hiçbir şeye yetişmeye çalışmamak da bir başarıdır.
Belki de asıl özgürlük, hiçbir yere yetişmek zorunda olmadığımız o anlarda saklıdır.