Türkiye, tarih boyunca hem 'ümmet' gibi evrensel bir kimliği hem de 'ulus' gibi yerel bir aidiyeti aynı anda taşıdı. Peki bugün bu iki kavram, siyasetin gerilimli tellerinde nasıl dengede duruyor?
*
Son günlerde siyaset sahnesinde yeniden alevlenen "ÜMMET" tartışması, aslında yalnızca bir kavramın etrafında dönen FİKİR ALIŞVERİŞİ DEĞİL.
Bu tartışma, Türkiye'nin kimlik meselesinden dış politikasına, tarih algısından toplumsal aidiyetine kadar uzanan ÇOK KATMANLI BIR SORGULAMANIN YANSIMASI.
Ne yazık ki, kavramın kendisinden çok kimin söylediği, ne zaman söylediği ve nasıl bir tonla dile getirdiği üzerinden yıpratıcı bir siyasal gerilim yaşanıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ümmet vurgulu açıklamaları, kimilerince tarihî bir birlik çağrısı olarak görülürken, kimilerince rejime yönelik bir tehdit olarak algılanıyor. Öte yandan, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu açıklamalara verdiği sert yanıtlar da en az tartışmanın kendisi kadar dikkat çekiyor ve sorgulanmayı hak ediyor.
Çünkü bu ülkede DOĞRU BİR SÖZ, YANLIŞ BIR ÜSLUPLA SÖYLENDİĞİNDE; YANLIŞ BİR SÖZE DE HAKLI BIR TEPİI VERİLEMEDİĞİNDE mesele sadece fikir ayrılığı olmaktan çıkıyor.
*
ÜMMET SÖYLEMİ: TARİHSEL AİDİYET Mİ, SİYASİ ARAÇ MI?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ümmet vurgusu, aslında YENİ BİR DİL DEĞİL. Yıllardır hem yurt içi hem de yurt dışı konuşmalarında; özellikle Kudüs, Gazze, Arakan gibi meselelerde bu kavramı sıklıkla kullanıyor. Erdoğan’a göre ümmet, SADECE DİN TEMELİNDE BİR KARDEŞLİK DEĞİL; ortak bir tarih, ortak bir dava ve ORTAK BİR KADERİN ADIDIR. Malazgirt’ten Kudüs önlerine, Selahaddin Eyyubi’den Çanakkale’ye uzanan anlatısı da tam olarak bu duyguyu besliyor: Müslüman halkların tarihsel dayanışması.
Bu yaklaşım, bazı kesimlerce güçlü bir tarihsel hafıza çağrısı olarak takdir görüyor. Özellikle milliyetçiliği “ırk temelli” değil, “medeniyet temelli” anlayanlar için bu söylem, COĞRAFİ SINIRLARI AŞAN bir birlik hayali sunuyor.
Ancak başka bir açıdan bakıldığında, bu vurgu ULUS-DEVLET MODELİNİ AŞINDIRAN, vatandaşlık tanımını bulanıklaştıran bir zemin olarak da değerlendiriliyor. ÖZELLİKLE SURIYELİ SIĞINMACILAR konusundaki politikalarla birlikte, “ümmet” söylemi bazı çevrelerde laik hukuk sisteminden KOPUŞUN İŞARETİ GİBİ algılanıyor.
BU NOKTADA ÖNEMLI OLAN ŞU: Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekten samimi bir tarihsel bütünleşme çağrısı mı yapıyor, yoksa bu kavramı siyasal bir strateji olarak mı kullanıyor? Belki de her ikisi birden... Ancak hangi niyetle söylenirse söylensin, bu söylemin toplumsal etkisi göz önünde bulundurulmadan yapılan her vurgu, istemeden de olsa yeni kutuplaşmaların kapısını aralayabiliyor.
*
SERT ÇIKIŞ, DOĞRU TEPKi Mi? ÖZGÜR ÖZEL’iN DiLiNDEKi RiSK
Muhalefetin görevi sadece iktidarı eleştirmek değil; TOPLUMA DAHA SAĞDUYULU, daha umut verici ve daha kapsayıcı bir alternatif sunmaktır. Bu noktada CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in son dönemdeki çıkışları, özellikle Erdoğan’ın ümmet vurgusu karşısında sergilediği tutum, tartışmaya değer. Haklılık duygusuyla SERT ÇIKMAK AYRI ŞEYDİR; ÖFKEYLE SAVRULMAK BAŞKA...
Özel’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik "Sokağa davet edeceğim günü ben bilirim. Ama bana bu milleti sokağa davet ettirme. TELEVİZYONDAN İZLERSİNİZ MEYDANLARI, MISIR’DAKİ GİBİ" sözleri, bir siyasi mesajdan çok BİR MEYDAN OKUMA gibi algılandı.
Oysa Türkiye, daha birkaç yıl önce 15 TEMMUZ GİBİ BİR TRAVMADAN GEÇMİŞ bir ülke. Mısır darbesi gibi örnekler üzerinden konuşmak, sadece iktidarı değil, DARBEYE KARŞI HASSASİYETİ OLAN HALK KESİMLERİNİ DE TEDİRGİN EDER.
Siyaset, TEHDİT DİLİYLE DEĞİL, İKNA DİLİYLE yapılır. Erdoğan'ın ümmet söylemine karşı çıkarken, meseleyi HİLAFET PARANOYASINA İNDİRGEMEK ya da tüm dini referansları TOPTAN DIŞLAYICI BİR DİLLE mahkûm etmek; hem meseleyi sığlaştırıyor hem de geniş halk kesimleriyle duygusal bağ kurmayı imkânsızlaştırıyor.
Bugün Türkiye toplumunun önemli bir kesimi hem Müslüman hem de demokrasiye inanan bireylerden oluşuyor. Onlara "ya din ya laiklik" gibi keskin bir ikilem sunmak, muhalefeti büyütmez; yalnızlaştırır.
MUHALEFET, HAKLI BİLE OLSA DİLİNİ DÜZELTMEDİĞİ SÜRECE toplumsal desteğini kalıcılaştıramaz. Çünkü toplum, sadece ne söylendiğine değil, nasıl söylendiğine de bakar. Ve ÇOĞU ZAMAN ÜSLUP, İÇERİKTEN ÖNCE GELİR.
*
ÜMMET Mİ ULUS MU? BELKİ DE SORU YANLIŞ YERDEN SORULUYOR
Tartışmanın geldiği noktada asıl sorulması gereken şudur: Gerçekten ümmet ve ulus kavramları birbirine düşman mıdır? Ya da şöyle soralım: İslam kardeşliğini öncelemek, ulus-devletin temel ilkelerini reddetmek midir?
Bu soruya verilecek yanıt, bizim bu kavramları nasıl tanımladığımıza bağlı. EĞER ÜMMETİ; ortak tarih, ortak inanç ve ortak kültür üzerinden kurulmuş bir gönül birliği olarak görürsek, bu toplumsal dayanışma duygusunu inkâr etmenin de anlamı kalmaz. Hele ki Türkiye gibi Türk, Kürt, Arap, Boşnak, Çerkes gibi farklı halkların yüzyıllardır bir arada yaşadığı bir coğrafyada, bu kardeşliği hatırlatmak kimi zaman birleştirici bile olabilir.
Ancak sorun, bu kavramların içeriği değil; NASIL KULLANILDIKLARI VE KİME KARŞI KULLANILDIKLARIDIR. Ümmet söylemi, eğer hukukun yerine geçecek bir düzen, anayasanın alternatifi olacak bir sistem, vatandaşlık bilincini örseleyen bir ayrıcalık alanı haline gelirse; o zaman mesele dini bir birlik olmaktan çıkıp, SİYASİ BİR KİMLİK SAVAŞINA DÖNÜŞÜR.
Aynı şekilde ULUS KAVRAMI DA EĞER kültürel ve mezhebi farkları dışlayan, “tek tip” bir vatandaş modeli dayatırsa; bu da toplumu BÖLMENİN BAŞKA BİR YOLUNA DÖNÜŞÜR.
*
Aslında mesele, “ümmet mi, ulus mu” sorusu değil. Asıl mesele, kapsayıcı bir yurttaşlık anlayışını mı savunuyoruz, yoksa dışlayıcı bir kimlik politikasını mı benimsiyoruz?
AVRUPA BİRLİĞİ DE BİR KÜLTÜREL ÜMMET PROJESİDİR BİR BAKIMA; Hristiyanlık, Roma mirası, Rönesans, Aydınlanma gibi ortak değerler etrafında şekillenmiş bir birlik. Ama bunu yaparken hukuki eşitliği, çoğulculuğu ve demokratik işleyişi göz ardı etmiyor.
Türkiye de benzer bir denge kurabilir. NE ÜMMETTEN VAZGEÇMEK GEREKİR, NE ULUS-DEVLETİ TARTIŞMASIZ KUTSAMAK. İkisini ortak zeminde buluşturacak olan şey, adil bir hukuk düzeni ve eşit yurttaşlık ilkesidir.
*
KAVRAMLARDAN KORKMAYALIM, ONLARI YERLI YERINE KOYALIM
Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu şey daha fazla bağırmak, daha fazla kutuplaşmak değil; DAHA FAZLA DÜŞÜNMEK, DAHA FAZLA ANLAMAYA ÇALIŞMAKTIR.
Ümmet kavramı, doğru zeminde kullanıldığında toplumsal dayanışmayı güçlendirebilir; yanlış ellerde ise birliğimizi zayıflatacak bir ayrımcılığa dönüşebilir. Aynı şey ulus kavramı için de geçerlidir: Etnik ya da mezhebi homojenlik üzerinden tanımlandığında dışlayıcı olur, ama ortak vatandaşlık temelinde şekillendiğinde bir arada yaşamanın temelidir.
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ümmet vurgusu, kimi kesimlerde samimi bir birlik çağrısı olarak görülse de, içeriği doldurulmadığı sürece sadece bir retorik olarak kalmaya mahkûmdur. Öte yandan Özgür Özel’in bu açıklamalara verdiği tepkiler, haklı gerekçelere dayansa bile, kullanılan sert ve tehditkâr dil nedeniyle toplumda karşılık bulmakta zorlanmaktadır. Özellikle 15 Temmuz gibi bir darbe girişimini yaşamış bir ülkede, Mısır’daki darbe meydanlarını referans almak, ne siyasî akılla ne toplumsal sorumlulukla bağdaşır.
Türkiye artık kavramlardan KORKAN DEĞİL, kavramları YERİNE OTURTAN bir siyaset diline MUHTAÇ.
Ümmet ve ulus birbiriyle YARIŞMAK ZORUNDA DEĞİL. Ama bu iki kavramın birbirini beslemesi, dışlamaması için ÖNCE SİYASETÇİLERİN DİLLERİNİ GÖZDEN GEÇİRMESİ gerekiyor.
Çünkü bazen doğru bir fikir, yanlış bir ağızda hiç duyulmaz. Ve bazen bir millet, söylenen değil, nasıl söylendiğine göre karar verir.