Günümüz dünyasında hepimiz, farkında olmadan bir yarışın içindeyiz.
Sabah çalan alarmdan gece uyumadan önce son kez telefona bakmaya kadar geçen süre, sanki bir zaman çizelgesine sıkıştırılmış görevler listesi gibi.
“Hız” artık sadece araçların, internetin ya da üretimin değil, hayatlarımızın da ölçüsü haline geldi.
Ama fark ettin mi? Hızlandıkça sanki hiçbir şeye yetişemiyoruz. Gün bitiyor ama bitmemiş işler, atlanmış sohbetler, yarım kalmış hisler hep ardımızda kalıyor. Oysa eskiden hayat biraz daha yavaştı.
Mahalle bakkalına giderken yolda komşuyla sohbet etmek, çay demlenirken mutfağı saran kokuyu beklemek, mevsimin ilk karını pencereden izlemek…
Bunlar zaman kaybı değil, hayatın ta kendisiydi.
Yavaşlamak, yalnızca tempoyu düşürmek değil; yaşadığımız anın hakkını vermek demek. Bir kahveyi aceleyle değil, kokusunu hissederek yudumlamak…
Kitabı “bitirmek” için değil, hikâyede kaybolmak için okumak… Telefonu bir kenara bırakıp, karşımızdaki insanın gözlerinin içine bakabilmek…
Belki de asıl ilerleme, durmayı bilmekten geçiyordur. Çünkü insan, bazen en çok durduğunda fark eder yaşadığını. Rüzgârın ağaç yapraklarında çıkardığı sesi, dalgaların sahile vuruşunu, bir çocuğun kahkahasını…
Bunlar, takvimde işaretli olmayan ama ruhun en çok ihtiyaç duyduğu anlardır.
Şimdi derin bir nefes al. Etrafına bak. Biraz yavaşla. Çünkü hayat, aceleye gelmeyecek kadar güzel. Ve unutma; hızla geçip giden bir günde, durup baktığın o bir an, ömrünün en kıymetli hatırası olabilir