Gerçekten Nasılsın ?

YAYINLAMA
24 Ağustos 2025 22:42
GÜNCELLEME
24 Ağustos 2025 23:08

Geçtiğimiz günlerde İngiltere’den gelen bir haber hepimizin kalbine bıçak gibi saplandı. 32 yaşındaki deneyimli paraşütçü Jade Damarell, sevgilisinden ayrıldıktan kısa bir süre sonra 15.500 fitten kendini boşluğa bırakarak yaşamına son verdi. Paraşütü işlevseldi, yedeği dahi vardı. Ama o, açmayı seçmedi. O sessizlik bir intihar değil; insan varoluşunun sevgiyle kurduğu kırılgan bağın en dramatik ifadesiydi bana kalırsa…

İnsan, sevilerek ve severek var olur; en çok sevgiden beslenir. Buna inanıyorum. Sevgi yalnızca romantik bir duygu değil; kimliğimizi, değerimizi ve hayatın anlamını taşıyan en temel bağlardan biridir. Bir bağ koptuğunda çoğu zaman sadece bir ilişki değil, “Ben kimim?” sorusu da çöker. Kendini suçlamalar başlar. Tamamen adanmışlık söz konusu ise hayata nasıl devam edileceği düşünülür. Jade’in atlayışı bir kalp kırıklığının değil, sevginin kimlikle bütünleştiği noktada yaşanan büyük bir sarsıntının sembolüydü.

Peki insan psikolojisi neden bu kadar kırılgan, hatta güçsüz ve tahammülsüz hale geldi?

Modern çağda herkes birbirine görünürde bağlı ama hiç olmadığı kadar yalnız. Sosyal medyada herkes mutluluğunu sergilerken acılar görünmezleşiyor, toksik yaşanılan ilişkiler normalleştiriliyor, saklanıyor. İçimizdeki yaraları dile getirmektense gizlemeyi, güçlü görünmeyi, hatta kendi içimizde bile kendimize sahte davranmayı öğreniyoruz. Depresyon, kayıp ya da ayrılık hâlâ bir “zayıflık” gibi görülüyor. Bu yüzden birçok insan en büyük acısını sessizlikle taşıyor, “mış gibi” yaşıyor.

Üstelik modern yaşam bağları da yüzeyselleştiriyor. Tüketim kültürü ilişkileri hızla sona sürüklüyor. Her şey “biz de yaşamış olalım” kaygısıyla yaşanıyor. “Acaba biz, biz olarak bundan mutlu oluyor muyuz?” diye düşünülmüyor. Çok korkunç… Hele ki partnerini sürekli istemediği şeyleri yaşamak zorunda bırakmak, inanılmaz bir psikolojik şiddet gibi geliyor bana.

Ve bu; sevgiden, saygıdan, gerçeklikten uzaklaşma hissi insanları bunaltıyor, tahammülsüzleştiriyor. Yani derinlik kayboldukça kayıplara karşı dayanıklılığımız da azalıyor. Çünkü yaşanılan şey saplantı ve hırsa dönüşüyor, gerçek duygudan ve gösterişsizlikten uzaklaşıyor. Hayalimizdeki yaşamak istediğimizle gerçekte var olan hayat çatışıyor ve maalesef sevgi saplantılara yenik düşüyor. Bir ayrılığın ardından yaşanan boşluk, bazen yalnızca bir sevgiliyi değil, bütün dünyayı kaybetmiş gibi hissettiriyor.

Ve belki de en çok şunu biliyoruz: Benim de yakın çevremde var, sizlerin de vardır… İnsanların gerçekte yaşamış olduğu birlikteliği, uyumsuzluğu, mutsuzluğu, umutsuzluğu görür, bilir, hissederiz. Kimin aslında ne kadar yorgun olduğunu, hangi gülüşün ardında fırtına koptuğunu çoğu zaman görürüz. Ama buna rağmen bir yarış varmış gibi herkes hayatını “mükemmelmiş” gibi göstermeye çabalıyor. İşte bu sahte kusursuzluk perdesi, yalnızlığı daha da derinleştiriyor.

Unutmamak gerekir ki sevgi, ne kadar kutsal olursa olsun, insanın kendi varlığından daha yüce değildir. İnsanın önce kendisini sevmesi, kendi hayatına sahip çıkması gerekir. Hayatımız kimseye bahşedilecek bir armağan değil; en büyük mirasımız, bize verilmiş biricik emanettir.

Aşka kapılmak ne kadar insaniyse, aşkın tükenişi de o kadar tabiidir. Sevmek kadar ayrılık, kavuşmak kadar kaybolmak da hayatın doğal akışında vardır. Hiçbir duygu sonsuz değildir; her şey gibi sevgi de zamanla değişir, dönüşür. Bu yüzden hiçbir ilişki ya da hiçbir ayrılık, insanın kendi varlığından ödün vermesini meşru kılamaz, kılmamalı.

Hayata son verecek kadar derin bir uçuruma sürükleyen şey saf anlamıyla “sevgi” olamaz bence. Çünkü gerçek sevgi insanı yaşama bağlar, mutlu eder, hayal kurdurur, yaşatır. Ölümü çağıran şey ise çoğu zaman ruhun taşıyamadığı yalnızlık, çıkışsızlık ve içsel fırtınalardır. Sevgiyi bahane ederek yaşamı terk etmek, aslında başka bir kırılmanın, başka bir içsel yangının sonucudur.

İşin özü; önce kendimizi sevmeyi, kendi hayatımızın kıymetini bilip ona sarılmayı, hayatta bizi besleyen ve mutlu eden neyse onlara odaklanmayı öncelikli kılmalıyız. İnsan kendi varlığına sahip çıkmadıkça başkasına sunduğu sevgi de yarım olacak, belli bir noktadan sonra tıkanacaktır.

Bu trajedi bize önemli bir şeyi hatırlatmalı: Bir insanın ruhsal acısı çoğu zaman gözle görünmez. Gülümseyen bir yüzün ardında fırtınalar kopabilir. O yüzden birbirimize sormamız gereken en basit ama en derin soru bence: “Gerçekten nasılsın?”

Ruh sağlığı üzerine konuşmayı ayıp olmaktan çıkarmalı, utanç yerine şefkatle yaklaşmayı öğrenmeliyiz. Biz bunu bireysel olarak çözümleyemediğimiz için toplum olarak da sığ kalıyoruz. Sevgi insanı hayatta tutan en güçlü iplerden biri. O ip koptuğunda bir el, bir ses, bir dokunuş çoğu zaman yeterli olabilir.

Jade Damarell’in hikâyesi bir kayıp… Ama aynı zamanda bir ayna. Sevginin, yalnızlığın ve insan ruhunun ne kadar hassas olduğunu gösteren bir ayna. O aynaya baktığımızda belki kendi hayatımıza dönüp sormalıyız: Sevdiğimiz insanlara yeterince kulak veriyor muyuz? Sessizliklerini duyabiliyor muyuz?

Çünkü bazen “Ben buradayım” demek, bir hayatı hayata bağlayabilir.

Yorumlar (3 yorum)
Yorum kurallarını okudum ve kabul ediyorum.
Hatice 3ay önce 💙🧿👏👏👏👏
Seçgül 3ay önce 👏👏
leon 3ay önce Ben burdayım.