Çağımızın en güçlü sloganı belli: “Daha hızlı ol!”
Sabah alarmıyla başlayan yarış, gece telefon ekranında bitmek bilmeyen kaydırmalarla sürüyor. Daha çok çalış, daha çok üret, daha çok paylaş… Kısacası: “Daha çok tüket.”
Ama bu hızın içinde neyi kaybettiğimizin farkında mıyız?
İstanbul trafiğinde direksiyon başında birbirine öfkeyle korna çalan; metroda kulaklığını takıp yanındaki insana selam vermeyi unutan; yemek masasında ailesiyle otururken bile gözünü telefon ekranından ayırmayan bir toplum olduk. Çocuklar parklarda oyun yerine tabletin başında büyüyor; biz de buna “zamanın gereği” deyip geçiyoruz.
Bir kahveyi keyifle yudumlamak yerine ofiste ayakta, aceleyle bitiriyoruz. Bir dostla dertleşmek yerine ona sadece “Görmedim mesajını, kusura bakma.” yazıyoruz. Çünkü hep aklımızda bir sonraki iş, bir sonraki bildirim, bir sonraki yetiştirilmesi gereken dosya var. Hayatın tadını çıkaracak zamanımız yok; çünkü hız bizi tüketiyor.
Kapitalizm bu telaşı normalleştirdi. Durmak, nefes almak, kendine vakit ayırmak artık “lüks” sayılıyor. Oysa asıl lüks, hızın tuzağından kurtulup gerçekten yaşayabilmek: bir çocuğun kahkahasını doyasıya dinlemek, bir sofrada sohbeti ekranlardan üstün tutmak, bir gün batımını sadece seyretmek…
Yavaşlamak aslında bir direniş. Koşu bandından inmeyi, sisteme “Ben bu yarışı kabul etmiyorum.” diyebilmeyi gerektiriyor. Bugün en cesur eylem, kendine zaman ayırmak, insanca yaşamak. Çünkü gerçek devrim, hızda değil; insanın ritminde saklı