Türkiye’nin gündeminde artık sadece ekonomi yok. Çarşıda pahalılık, mutfakta yangın bir yana; sokakta güven kayboldu, adalet zedelendi, toplum alarm veriyor. Kısacası adı kondu: sosyal çürüme.
Bu kavramı sık sık duyuyoruz ama ne anlama geldiğini çoğu zaman geçiştiriyoruz. Oysa çürüme sadece cebimizdeki para eksildiğinde başlamıyor. Daha derin, daha sarsıcı bir süreci ifade ediyor: değerlerin aşınmasını, adaletin zayıflamasını, güvenin yitirilmesini.
Tarihe baktığımızda; Roma İmparatorluğu’nun ihtişamı, ahlaki yozlaşmayı gizleyemedi. Osmanlı’nın son yüzyılında asıl kayıp, ekonomiden çok toplum ile devlet arasındaki güven bağıydı. Weimar Almanyası’nda ise sefaletin yanında kutuplaşma, demokrasiyi yerle bir etti. Hepsinde ortak nokta şu: Çürüme önce görünmez başladı, sonra bütün düzeni yuttu.
Bugün bizde de benzer emareler var. Adalet arayan yurttaşın umudunu kaybetmesi, liyakat yerine kayırmacılığın sıradanlaşması, trafikte küçük bir tartışmanın kavgaya dönüşmesi… Bunlar münferit olay değil; toplumsal dokunun çözülmekte olduğunun göstergeleri.
Ekonomi elbette önemli, ama tek başına yetmez. Eğer adalet yeniden tesis edilmezse, eğer güven bağları onarılmazsa, eğer ortak değerlerimizi canlandırmazsak, çürümenin önüne geçemeyiz. Çünkü sağlam toplum, sadece güçlü ekonomiden değil, güçlü vicdandan doğar.
Peki biz; Bu gidişe seyirci mi kalacağız, yoksa tarihin bize fısıldadığı uyarıları dikkate alıp, çürümeyi durduracak adımları atacak mıyız?