Bir ülkede adaletin sesi kısıldığında, geriye sadece güçlülerin sözü kalır. Bugün bir işçinin emeği gasp ediliyorsa, yarın bir gazetecinin kalemi kırılıyorsa, öbür gün bir öğrencinin hayalleri çalınıyorsa, bilin ki bu çürümenin adı hukuksuzluktur.
Adaletsizlik sessizlikle büyür. İnsanlar sustukça, zalimin sesi gürleşir. Küçük görünen bir haksızlık—bir çocuğun kardeşiyle eşit sevilmemesi, bir işçinin alın terinin yok sayılması, bir komşunun hakkının çiğnenmesi—aslında büyük bir çürümenin ilk işaretidir.
Tarih bize defalarca gösterdi: 1215’te İngiltere’de imzalanan Magna Carta, kralın bile sınırsız yetkiye sahip olamayacağını, herkesin hukuka bağlı olması gerektiğini ilan etti. 1789’da Fransız Devrimi, “özgürlük, eşitlik ve adalet” arayışıyla yola çıktı. 20. yüzyılda Mahatma Gandhi, “adalet yoksa özgürlük de yoktur” diyerek bir ulusun kaderini değiştirdi.
Martin Luther King’in uyarısı hâlâ kulaklarımızda:
“Bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet için tehdittir.”
Adalet sadece mahkeme salonlarının duvarları arasında aranmaz. O, sofrada da vardır; iş yerinde paylaşılan ekmekte de, sokakta verilen selamda da. Çünkü adalet yoksa, güven de yoktur; huzur da yoktur; gelecek de yoktur.
Ama karanlığın ortasında bir ışık her zaman vardır. Bugün haksızlığa uğrayanın yanında durursak, yarın kendi hakkımız için de güven duyacağımız bir toplum inşa ederiz. Bir anne çocuğuna eşit davranabildiği ölçüde, bir patron işçisinin emeğini gözetebildiği ölçüde, bir komşu sınırına riayet edebildiği ölçüde adalet hayat bulur.
Adalet varsa, güven vardır.
Adalet varsa, huzur vardır.
Adalet varsa, umut vardır.
Adalet, toplumun ortak vicdanıdır. O vicdan susturulursa, geriye sessizlik kalır. Ama biz onu yaşatabilirsek, yarının köprüleri daha sağlam inşa edilir.