Sosyal medyada linç başlatmak artık kahve siparişi vermek kadar kolay. Bir yanlış kelime, bir fotoğraf, bir cümle… Sonrası malum: Binlerce parmak, aynı anda aynı hedefe doğrultuluyor. Çoğu zaman ne olayın tamamını biliyoruz ne de bağlamı. Ama “bir iki cümle de ben yazayım da eksik kalmayayım” refleksiyle hepimiz bu dijital kalabalığın içine sürükleniyoruz. Peki gerçekten adalet mi arıyoruz, yoksa linç etmek çağımızın en kolay sosyalleşme yöntemi mi oldu?
Linçin en önemli yakıtı, kalabalığa karışmanın verdiği güven. Normalde tek başımıza söylerken tereddüt edeceğimiz cümleleri, on bin kişiyle aynı anda yazınca kahramanca hissediyoruz. Psikologlar buna “aidiyet ihtiyacı” diyor. Bana sorarsanız bu daha çok toplu tezahürata benziyor: Yanlış bile bağırsa kimse fark etmiyor, yeter ki ses kalabalığa karışsın.
İlginç olan, sosyal medya platformlarının da bu öfke selinden fazlasıyla hoşnut olması. Çünkü öfke demek daha çok etkileşim, daha çok etkileşim ise daha çok reklam geliri demek. Üç yıl önce verilmiş bir röportaj, tek bir cümle yüzünden yeniden gündeme düşüyor; kimse bağlamı izlemiyor ama herkes hüküm vermeye koşuyor. Algoritmalar ateşi körüklüyor, bizse parmağımızla benzin döküyoruz.
Gerçek hayatta bir mahkeme süreci vardır: Savunma hakkı, hâkim, tanıklar… Sosyal medyada ise hâkim de biziz, savcı da, cellat da. Bir hashtag’in gölgesinde kariyerler, itibarlar, hayatlar bitebiliyor. Ertesi günse aynı kalabalık, bambaşka bir hedef bulup aynı ritüeli tekrar ediyor. Adalet arayışı değil bu; sadece anlık öfke tüketimi.
Linç kültürü bize adalet yanılsaması sunuyor. Oysa gerçekte yaptığımız şey, kendi öfkemizi alkışlamak. Sosyal medya, modern çağın en büyük arenası; biz de elimizdeki klavyelerle gladyatörlük oynuyoruz. Belki de asıl soru şu: Gerçekten adalet istiyor muyuz, yoksa sadece bağırmak bize iyi mi geliyor?