Geçen gün metroda üç kişiyi fark ettim: Yanımda oturan genç kız Arapça telefonda konuşuyordu, karşıdaki adam İngilizce bir iş görüşmesindeydi, yanındaki teyze ise kulağındaki torunuyla Kürtçe sohbet ediyordu.Aynı vagonda üç farklı dil, üç farklı hikâye vardı. Bir an düşündüm: Aslında bu şehir, dünyanın küçük bir özeti haline gelmişti.
Göç, insanlığın en eski hikâyesi. Kimimiz iş için, kimimiz güvenlik için, kimimizse hayatta kalabilmek için göç ediyor. İstanbul’da, Berlin’de, Paris’te ya da New York’ta fark etmiyor: sokaklarımız artık kültürlerin kesişme noktası. Mahallede açılan bir Suriyeli restoranı, Afgan bir terzi, Afrikalı bir müzisyen… Hepsi kendi rengini katıyor.
Ama işin bir de öteki yüzü var. Farklı kültürler yan yana geldikçe önyargılar da büyüyor. “Biz” ve “onlar” ayrımı, kimi zaman kalplerde görünmez sınırlar çiziyor. Gettolaşma, dil bariyerleri, toplumsal gerginlikler… Göçmen karşıtlığı sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’dan Amerika’ya dünyanın birçok yerinin ortak meselesi.
Oysa kültürel çeşitlilik, doğru yönetildiğinde büyük bir zenginlik. Düşünsene: Londra bugün bu kadar kozmopolit olmasa, müziği bu kadar evrensel olabilir miydi? New York’u hayal et: Eğer göçmenler olmasaydı, Broadway’den pizzaya, hip hop kültüründen modern sanata kadar ne kadar şey eksik olurdu? Aynı durum bizim için de geçerli. Anadolu’nun binlerce yıllık tarihi, zaten göçlerin ve kültürel etkileşimlerin bir sonucu.
Bugün bize düşen, göçü bir tehdit değil, bir fırsat olarak görebilmek. Ortak yaşamı kolaylaştıran politikalar, kültürel diyalog alanları ve karşılıklı empati… Çünkü bu şehir artık tek bir milletin değil, yan yana yaşayan milyonların şehri.
Belki de geleceğin dili, tek bir ulusun değil; göçmen toplulukların katkısıyla oluşan çokdilli, çokkültürlü bir ortak kimlik olacak. Nitekim sosyal bilimlerde yapılan araştırmalar, kültürel çeşitliliğin doğru politikalarla desteklendiğinde ekonomik dinamizmi, inovasyonu ve toplumsal yaratıcılığı artırdığını gösteriyor. OECD ve Dünya Bankası verileri, göçmenlerin ekonomilere yalnızca iş gücü olarak değil, aynı zamanda yeni beceri ve girişimcilik kapasitesiyle de katkı sunduğunu ortaya koyuyor. Yani göç, yalnızca bir insani kriz meselesi değil; aynı zamanda geleceğin şehirlerini şekillendirecek temel bir toplumsal ve ekonomik dinamik. Esas mesele, bu potansiyelin nasıl yönetileceği.