“Durmayı unuttuk: Dinlenmeyi, beklemeyi, hiçbir şey yapmamayı… Çünkü bize hep ‘Üretmezsen yoksun, tüketmezsen eksiksin’ dediler.”
Her sabah uyanıyoruz ve koşuya kaldığımız yerden devam ediyoruz: Daha çok çalış, daha çok üret, daha çok kazan. Sonra o kazancı, bize “hayatın tadı” diye sunulan nesnelere, markalara, deneyimlere yatırıyoruz. Tüketiyoruz ki yeniden üretmek için sebebimiz olsun. Üretiyoruz ki yeniden tüketebilelim. Sanki görünmez bir ses kulağımıza sürekli fısıldıyor: “Durma!”
Ama durmadıkça aslında durduğumuzu fark ediyoruz. İçimizde… Ruhumuzda… Çünkü bu sonsuz döngüde kaybolan şey sadece zamanımız değil; huzurumuz, ilişkilerimiz, hatta kendimiz oluyoruz.
Ben de bu döngünün dışında değilim. Tükettiklerimle çoğu zaman “kendimi ödüllendirdiğime” inanıyorum. Ama bazen, elime geçen şeyin gerçekten bir ödül değil; daha büyük bir bağımlılığın parçası olduğunu hissediyorum. Dönem dönem kendimi geri çekmeye gayret ediyorum, daha çok maneviyatta beni tatmin eden şeylere yöneliyorum ve kendi hayatımda dengeyi bozmamaya çalışıyorum.
Eskiden “tembellik” belki de insanın nefes alma hakkıydı. Şimdi tembellik suç gibi görülüyor. Dinlenmek yerine “verimli” olmak zorundayız. Kitap okumak için değil; bir kurs bitirmek için vakit ayırıyoruz. Arkadaşlarımızla sohbet etmek yerine LinkedIn profillerimizde yeni başarılar paylaşmaya çalışıyoruz. Oysa belki de hayat, üretkenlik raporlarına değil; bir akşamüstü kahve sohbetine sığıyor.
Tüketim ise üretimin kardeşi değil, efendisi hâline geldi. Sahip olduklarımız kim olduğumuzu belirliyor: Aldığımız telefon, taktığımız saat, gezdiğimiz ülke… Sanki ruhumuzun kimliği faturalarımıza yazılıyor. Ama o anlık tatmin geçince geriye ne kalıyor? Daha fazlasına duyulan açlık. Hep daha fazlası…
Ve bu döngü sadece bizi değil, gezegenimizi de tüketiyor: Aşırı üretimle kirlenen denizler, aşırı tüketimle dolan çöplükler… Yeryüzü bile artık “yeter” demeye hazırlanıyor.
Belki de en devrimci eylem, bu çağda “daha fazlasını istememek.” Daha az üretmek, daha az tüketmek ama daha çok yaşamak. Belki de gerçek zenginlik raflarda değil; dost sohbetlerinde, sokak oyunlarında, sessizlikte saklı. Belki de gerçek zenginlik, bir sabah işe yetişme telaşıyla değil; çocuğunun kahvaltıda anlattığı minicik bir hikâyeyi dinleyebilmekte gizli. Mesela boş bir zamanı korkmadan yaşayabilmekte… Takvime yazılmamış bir günü gönlünce doldurabilmekte. Zamanın efendisi olmakta; tüketimin değil.
Çünkü hayat, sürekli üretip sürekli tüketmekten ibaret olamayacak kadar değerli olmalı…