Bazen güçlü görünmek, sadece kırılganlığın sessiz bir şeklidir.
Eskiden yalnızlık bir eksiklikti.
Bir insan tek başına görünüyorsa, hayatında bir şeylerin ters gittiği düşünülürdü.
“Yazık, kimse kalmamış yanında.” denirdi, acıyan bir ses tonuyla.
Şimdi kahveler tek kişilik, diziler yalnız izleniyor, tatiller “solo trip” diye pazarlanıyor.
Yalnızlık artık bir eksiklik değil; bir duruş biçimi, hatta bazen bir güç simgesi haline geldi.
Modern çağ, “tek başına da ayakta kalabilen insan”ı yüceltiyor.
Ama bu “bağımsızlık” anlatısının arkasında sessizce başka bir hikâye akıyor.
Çünkü “yalnız ama güçlü” olmak çoğu zaman gerçek bir güçten değil, duygusal bir yorgunluktan doğuyor.
İnsan kırıldığında içine kapanıyor; sonra o kapanışı “seçim” gibi göstermeye başlıyor.
Kırılmamak için duvar örüyoruz, sonra o duvara “özgürlük” diyoruz.
Yani belki de “yalnız ama güçlü” mottosu, aslında yeni çağın en kibar savunma mekanizması.
Birine ihtiyaç duymak artık zayıflık gibi algılanıyor.
Destek istemek “bağımlılık”, birine güvenmek “risk” sayılıyor.
Oysa insan, doğası gereği temasla iyileşen bir varlık.
Bir omzun, bir sesin, bir bakışın şifası hiçbir ekran ışığında yok.
Ama biz, temasın yerini “erişilebilirlik”le karıştırıyoruz:
Mesaj kutularımız dolu, kalplerimiz bomboş.
Bugün yalnızlık neredeyse bir lüks gibi yaşanıyor.
Kalabalıklardan çekilmek, “kendi alanını korumak”, “ruhsal detoks” yapmak…
Hepsi kulağa güzel geliyor ama bir yerden sonra insanın içindeki sessizlik yankılanmaya başlıyor.
Ve o yankının içinde çoğu zaman bastırılmış bir cümle dönüp dolaşıyor:
“Ben aslında kimseyi bulamadım.”
Toplumun bize sattığı modern yalnızlık; özgürlükle paketlenmiş bir mesafe.
Oysa bazen en büyük özgürlük, birine “Yanımda kal.” diyebilme cesaretinde gizli.
Çünkü gerçekten güçlü insan, yalnız kalmayı değil — gerektiğinde bağ kurabilmeyi bilen insandır.
Yalnızlık bir statü değil, bir duraktır.
Kimi orada iyileşir, kimi orada kaybolur.
Belki de çağımızın en sessiz ironisi bu:
Kendini yeterince seven insan değil, hiç kimseye ihtiyaç duymadığını iddia eden insan alkışlanıyor.
Ama gecenin bir yarısı telefon ekranına bakan o insan hâlâ aynı şeyi arıyor:
Bir ses, bir yankı, bir kalp atışı…
Yani bir başkası.
Yalnızlık bazen gereklidir, evet.
Ama onu bir madalya gibi taşımaya başladığımızda, insan olmanın en derin yanını — birlikte olma hâlini — yavaş yavaş kaybediyoruz.
Yalnızlığımızla övünmek yerine, onu anlamayı seçmek belki de en cesur adım olurdu.
Çünkü bazı güçler, paylaşılmadıkça sadece bir maskeye dönüşür.