Bir zamanlar kültürün merkezi belliydi: Londra, Paris, New York… Müzikten modaya, dizilerden yaşam tarzına kadar dünya o merkezlerden yayılan akımları takip ederdi. “Küresel kültür” denince akla Batı gelirdi.
Ama tablo artık değişiyor. Bugün Spotify listelerinde Korece şarkılar, Netflix’te Türk dizileri, YouTube’da Latin Amerika dansları, TikTok’ta Arap makyaj trendleri var.
Kültürün yönü sessiz ama köklü bir biçimde değişiyor: Batı’dan Doğu’ya, merkezden çevreye doğru.
Bu dönüşümün arkasında elbette teknolojinin payı büyük. Eskiden kültürel üretim için güçlü stüdyolar, büyük medya şirketleri ve dağıtım ağları gerekiyordu. Bugün ise bir telefon kamerası, bir hesap ve biraz yaratıcılık yeterli. Artık her coğrafya, kendi hikâyesini dünyaya anlatabiliyor.
Bir TikTok videosu Mardin’den kalkıp Meksika’da viral olabiliyor; bir Senegal tasarımcısının defilesi, Paris Moda Haftası’nda yankı bulabiliyor.
Kültür, artık birkaç merkezin değil, milyonlarca insanın ortak üretimi.
Bu yeni dönemin anahtar kelimesi “otantiklik”. İnsanlar artık tek tip, parlatılmış, küresel markaların sunduğu içeriklerden çok; yerel tatlar, özgün sesler, farklı yüzler görmek istiyor.
Bir Trabzon türküsünün sade bir kaydı, bir Tokyo sokağında söylenen halk şarkısı ya da İstanbul’un arka sokaklarından çıkan bir rap parçası… Bu örnekler “yerel”in aslında ne kadar evrensel bir duyguyu taşıdığını gösteriyor. Çünkü kültürün özünde hep aynı şey var: hikâye anlatmak. Ve iyi hikâyeler, hangi dilden anlatılırsa anlatılsın, bir şekilde birbirini buluyor.
Bu dönüşüm sadece estetik değil, aynı zamanda politik ve ekonomik bir güç kayması da yaratıyor.
Güney Kore’nin kültürel ihracatı, K-pop’tan dizilere kadar yılda milyarlarca dolar kazandırıyor. Türk dizileri Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyada izleniyor ve Türkiye’nin “yumuşak gücünü” artırıyor.
Yani artık kültür, sadece kimliğin değil, aynı zamanda diplomasi ve ekonomi alanlarının da bir parçası.
Ancak bu hikâyenin karanlık yüzü de var. Yerel kültürün küresel pazara açılması, bazen onu ticarileştirme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor.
Bir halk dansı “trend” olduğunda, köklerinden kopma riski taşıyor; bir geleneksel motif logoya dönüştüğünde anlamını yitirebiliyor.
O nedenle asıl mesele, yerelin ruhunu koruyarak evrensele ulaşabilmekte yatıyor. Kültürü “ihracat malı” değil, paylaşılacak bir hikâye olarak görebilmekte.
Bugünün dünyasında artık kimse tek bir kültürün izinden gitmiyor. Herkesin Spotify listesi, Netflix önerisi, gardırobu farklı kültürlerin karışımı.
Bu melezlik, insanlık tarihinin belki de en zengin kültürel dönemini başlatıyor.
Ama unutmamak gerekiyor: Evrenselliğin yolu, yerelden geçiyor.
Kendine özgü olanı koruyabilen toplumlar, dünyaya en güçlü sesi duyuruyor.
Ve belki de bu çağın en büyük kültürel dersi tam da bu Küresel olmak, artık yerel kalabilmekten geçiyor.