Bir bebek dünyaya geldiğinde…
Hiçbir suç yoktur içinde.
Sadece nefesin ilk hali olan umut vardır.
Ama o umutlu kalp nasıl olur da bir gün başkasının hayatına kıymaya karar verir?
Bu sorunun cevabı ne doğuştan kötülükte saklıdır ne de bir anda ortaya çıkan karanlıkta.
Cevap, o bebeği büyüten ellerde, o elleri yönlendiren toplumda ve o toplumu şekillendiren düzenin ta kendisindedir.
Toplum olarak hâlâ ısrarla inandığımız bir yanılgı var:
Her kadın anne olur, her erkek baba olur ve çocuk yetiştirmek içgüdüseldir.
Oysa çocuk yetiştirmek yalnızca biyolojik bir yeti değildir; bir ruh hâlidir, bir sorumluluktur, bir karakter olgunluğudur.
Ve ne yazık ki bu olgunluk her insanda yoktur.
Kimi insan kendi yarasını saramamıştır da bir başkasının hayatına yön vermeye çalışır.
Kimi sevgiyi hiç tanımamıştır ama çocuk yetiştirmeye heves eder.
Kimi öfkesini yönetmeyi bilmezken bir bebeğin kalbini yönetebileceğini sanır.
Ve toplum da buna göz yumar.
Bizde hâlâ “çocuk olursa düzelirler” masalı anlatılır ama masallar gerçek hayata çarpınca kırılır, parçalanır ve o parçaların acısını çocuklar taşır.
Bir insanın karanlığa düşüşünün temeli çoğu zaman bu evlerin içinde atılır.
Dünya Sağlık Örgütü yıllardır söylüyor:
İhmal edilen, şiddete maruz kalan, korkuyla büyüyen çocukların beyinleri farklı gelişiyor.
Ama biz hâlâ “çocuktur, unutur” diyerek kendi avuntumuza sığınıyoruz.
Unutmuyor.
Büyüyor.
Ve büyüdükçe içindeki yarayı da büyütüyor.
Dünya geneline baktığımızda bazı ülkelerde cinayet neredeyse yok denecek kadar az.
San Marino, Monako ve Andorra gibi yerlerde yıllarca sıfır cinayet görülüyor.
Singapur’da cinayet oranı yüz binde 0.16 civarında seyrediyor; güçlü hukuk, düzen, sosyal güvenlik ve eğitim sistemleri sayesinde.
Japonya, İsviçre ve Katar gibi ülkelerde de oranlar düşük; çünkü bu toplumlarda insanlar birbirine saygı duymanın, adaletin ve güvenli yaşamın değerini biliyor.
Bu ülkeler bize şunu gösteriyor:
Cinayetin az olduğu yerler, karanlığın olmadığı toplumlar değil;
karanlığı büyütmeye izin vermeyen, bireyini yalnız bırakmayan, travmayı kader saymayan toplumlar.
Bizde ise çocuk yetiştirmek sadece aileye bırakılıyor.
Eğitim sistemi ruhsal gelişimi desteklemiyor, şiddetle mücadele yeterince güçlü değil, sosyal güvenlik ağları delik deşik, sürekli ekonomik kaygılarla yaşayan bireylerden sağlıklı ebeveyn olmaları bekleniyor.
Sonra bir gün bir cinayet haberi duyuyoruz ve şok oluyoruz.
Oysa o haberin başlangıcı yıllar önce—bir evin içinde, bir çocuğun sessizliğinde, bir toplumun görmezden gelişinde—yazılmıştı.
Bir insanı katile dönüştüren süreç bireysel değil; toplumsaldır.
Toplumun yaraları bireylerin ruhunda yankı bulur.
Ve bu yankının sesi bazen cinayet olarak çıkar karşımıza.
Bir bebeğin gözlerinde dünyaya dair umut vardır.
O umudu büyütmek de öldürmek de hepimizin elindedir.
Ebeveynlik sadece çocuk doğurmak değildir; çocuğa bir dünya sunmaktır.
Ve o dünyanın nasıl bir yer olacağı, sadece anne babanın değil, o ülkeyi oluşturan her bireyin sorumluluğudur.
Soruları kendimize sormadan, aynaya bakmadan, toplumsal yaralarımızı kabullenmeden suçun sebeplerini tartışmak sadece yüzeyde dolaşmaktır.
Asıl mesele şudur:
Biz nasıl bir toplum olmak istiyoruz?
Karanlığı büyüten mi, yoksa ışığı çoğaltan mı?
Çünkü bir bebeğin kaderi sadece ailede yazılmaz;
toplumun vicdanında, adaletinde ve değerlerinde şekillenir.
Ve unutmayalım:
Kötülük çoğu zaman doğuştan değil, yanlış büyütülmüş iyilikten doğar.