Bir zamanlar iki gencin birbirini sevmesi, hayatı birlikte göğüslemeye karar vermesi yeterliydi. Bugün ise aynı cümleyi kurmak bile cesaret istiyor. Çünkü artık evlilik, iki kalbin birleşmesinden çok, iki cüzdanın dayanıklılık sınavına dönüşmüş durumda.
Eskiden düğün salonu tutmak demek, birkaç ay önceden yer ayırtmak demekti. Şimdi “boş yer var mı?” değil, “fiyatı kaç maaş eder?” sorusu soruluyor. Gelinlik bir hayal değil, kredi kartı ekstresine yazılan bir borç kalemi haline geldi. Damatlık, nişan, davetiye, fotoğrafçı… Hepsi ayrı birer bütçe kalemi; her biri gençlerin umutlarından biraz daha kesiyor.
Gençler artık sadece “evlenebilir miyiz?” diye sormuyor; “evlenmeye cesaret edebilir miyiz?” diye düşünüyor. Çünkü en temel şey, yani “bir araya gelmek”, neredeyse lüks kategorisine girdi. Aileler bir yandan “artık evlenin” derken, öte yandan o düğün masrafının altında ezilecek çocuklarına nasıl destek olacaklarını bilemiyorlar.
Sevgi hâlâ var. Belki de hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Ama ne yazık ki aşk, fiyat listelerinin arasında sıkışıp kalıyor. Her şeyin “paket” olarak satıldığı bir dünyada, duygular da paketlenmek isteniyor. “Ekonomik düğün paketi” denilen bir kavram var artık. Oysa sevgiye paket değil, samimiyet yeterdi.
Bir ömür “iyi günde kötü günde” sözüyle başlayan o büyük adım, bugün “yeni zam oranlarıyla” başlıyor. Ve her geçen gün, evlilik sadece duygusal değil, ekonomik bir cesaret gösterisine dönüşüyor. Belki de artık asıl sorgulamamız gereken şey şu: Biz gençlere neyi unuttuk? Aşkı mı, paylaşmayı mı, yoksa sade bir mutluluğun da değerli olduğunu mu?
Çünkü bazı hayaller, gösterişli salonlarda değil; iki insanın birbirinin gözlerine bakıp “birlikte yenecek her zorluğa” inandığı o anda başlar.
Ama o anı yaşamak bile artık pahalıya mal oluyorsa, toplumun vicdanı da tıpkı ekonomi gibi alarm veriyor demektir.