Bazı akşamlar vardır… Televizyonun karşısına geçersin, elinde çay, dışarıda hafif bir rüzgâr eser, perde kıpırdar… İşte tam o an, eski bir Türk filmi açılır da evin kokusu değişir. Sanki yıllar geriye sarılır, odanın ortasında bir zaman tüneli açılır. Bugünün telaşı bir anda silinir, aklın başka bir zamana kayar.
O eski filmlerde bir güzellik vardı; öyle süslü püslü, abartılı bir güzellik değil… İnsan bakınca içini yumuşatan, insana “keşke şu an bu sahnenin bir parçası olsam” dedirten bir güzellik. Oyuncuların yüzünde samimiyet gibi duran bir ışık, dudaklarından dökülmeyen ama gözlerinden okunan bir hüzün… Ne makyajın fazlası vardı, ne de kameranın cilası. En doğal hâlleriyle bile bir insanın kalbine dokunmayı başarabilen bir sıcaklık taşırlardı.
Şimdi dönüp bakınca anlıyoruz ki onlar sadece film oyuncusu değildi; bir dönemin duygusu, bir toplumun iç sesi, bir mahallenin sıcaklığıydı. Sokaklarda koşturan çocukların neşesi, kapı önünde dedikodu yapan teyzelerin şefkati, akşamüstü dükkanını kapatan esnafın yüzündeki yorgun ama huzurlu gülümseme… Hepsi o filmlerin içinde saklı durur.
Ve yıllar geçiyor… Dünya hızlanıyor, insanlar değişiyor, teknolojiler çıkıyor… Ama biz hâlâ bir sahnede ağlayan bir oyuncuyla birlikte iç çekiyor, bir başka sahnede kahkahalar arasında çocuk gibi gülüyoruz. Bu kadar zaman sonra bile bir filmin insana böyle dokunabilmesi az şey değildir.
Belki de asıl mesele şuydu: O filmler bize hayatı anlatmıyordu; hayatın ta kendisiydi. Bir kadının bakışındaki mahcubiyet, bir erkeğin sevdiğine uzanıp da söyleyemediği söz, bir annenin evladına sessizce gözyaşı döküşü… Bunlar kurgulanmış sahneler değil, yılların biriktirdiği duygulardı. Biz de izlerken kendimizi buluyorduk; kaybettiğimiz masumiyeti, özlediğimiz mahalleyi, artık kimsenin fark etmediği o küçük sevinçleri…
Eski Türk filmlerinin güzelliği işte bu yüzden hiç eskimiyor. Zaman onlara işlemiyor, tıpkı insanın içine işleyen bir hatıra gibi hep taze duruyor. Bir bakışları bile insanın içini titretiyor; çünkü o bakışlar sadece güzellik taşımıyor, bir devrin ruhunu saklıyor.
Bugün ekranlar daha parlak olabilir, oyuncular daha gösterişli olabilir, ses daha berrak olabilir… Ama hiçbir teknoloji, o eski filmlerin kalbe dokunan naifliğini, insanı sarıp sarmalayan sıcaklığını yakalayamıyor.
Belki de bu yüzden ne zaman yorulsak, içimiz daralsa, bir eski film açıyoruz. Çünkü biliyoruz ki o filmler bize iyi geliyor; çocukluğumuza, annemizin dizinin dibine, mahalle kahkahalarına, hiç tanımadığımız ama hep özlediğimiz bir zamana götürüyor.
Ve en güzeli de şu: Eski Türk filmleri sadece bir hatıra değil; ne kadar değişirsek değişelim, içimizde kalan o yumuşak, o kırılgan, o gerçek tarafı hatırlatan bir yol arkadaşı.